Ana içeriğe atla

Elmas Kral'ın Öyküsü

     



    

    Çölün vahşi rüzgarlarının bir oraya bir buraya taşıdığı kum kütlelerinin üstünü binlerce yıldır örttüğü bir hikâye geçen sene ışığa çıkartıldı ve kendisi tarihte yaşamış en büyük ve zengin hükümdar olan adamın hayatı bizlere ulaştı. Bir bedevi çoban bulmuştu Elmas Kral'ın çölün bağrında yatan öyküsünü. Rosetta Taşı'ndan bile daha heybetli devasa büyüklükte bir mermer sütundu bu. Üstü birbirinden değerli elmas, yakut, inci ve daha nice değerli mücevherlerle süslenmişti. Arkeologlar sütunun üzerinde yazan dili ilk başta okuyamadılar fakat yıllar süren araştırma ve çalışmalar meyvesini verdi ve bu kadim kralın bilgeliği modern insana sunulmak üzere çevrildi. Mermer sütunda yazanlar tam olarak şöyleydi:

    

“ Kurtarabilirdim ben. Güzeller güzeli kız kardeşimi. Onu benden aldılar ve asla bilemeyebilirim başına neler geldiğini, dünya o kadar büyük ki! Fakat bir krala yakışmazdı kız kardeşinin başkalarının değersiz ellerinde esir olması ve kirlenir diye yere değdirmediği ayaklarının yürümekten ve sürünmekten aşınıp kanaması. O sebeple on binlerce adamı taktım peşime ve değerli mücevherimi, kız kardeşimi aradım. Buz gibi diyarlardan da geçtim, alev gibi yanan memleketlerden de. Her geçtiğim yerde sayısız düşmana boyun eğdirdim fakat adamlarımdan da binlercesini kaybettim. Aramalarım boşunaydı, boyun eğdirdiğim hiçbir krallıkta değildi kız kardeşim, benim en değerli mücevherim. Nihayetinde ordumda isyan çıktı ve kendi generallerim bana sırtlarını döndü, oysaki onlara dünyanın en değerli mücevherlerini, en güzel dilberlerini, gücü, şanı, şöhreti bahşetmiştim işte bu ellerimle. Yolculuğum beni çölün ortasına getirdi. Yanımda birkaç askerden başka kimsecikler yoktu, o zavallılar da çölde daha fazla dayanamadılar, ben de dayanamadım açıkçası. Ölümün tadı dilimin ucundaydı, günlerdir bir şey içmemiş, bir lokma yemek yememiştim, ölüyordum ama içimde kardeşime duyduğum sevgi bana yaşama gücü veriyor ve ilerlemek için gerekli olan cesaret yüreğime doluyordu.

    Yolculuğum boyunca dünya üzerinde ayak basmadığım yer kalmamıştı, bu çamur gezegeninin her lanet köşesini aramıştım fakat kız kardeşime dair hiçbir bilgiye ulaşamadım. Sonunda kabullendim ki o ölmüştü, kuvvetle muhtemel krallığım da düşmüştü. Generallerim son derece iyi savaşçılardı ama güce olan takıntıları ve ruhlarını karartan açgözlülükleri onların iyi bir lider olmasına engeldi. Yıllar sonra öğrenecektim ki krallığımda çıkardıkları iç savaşın üstüne halkımdan binlerce vatandaşın kanı dökülmüş, üstüne zayıf düşmüş olan krallığıma dışarıdan istilalar olmuş ve medeniyetim yıkılmış, hanedanım yok olmuş, hayatım boyunca uğruna savaştığım her şey toz olmuştu. İçinde kaybolduğum çölde bitap düşmüş, yapayalnız halde savrulurken içimdeki nefret ve isyan beni yakıyordu. Dizlerimin üstüne çökmüş parmaklarımı göğe savurarak tanrılara haykırıyordum: ‘Neden ben, neden benim başıma geldi bunca kötülük?’ Tabi o zamanlar dünyada krallığını kaybeden, sevdiği değer verdiği kimseleri kaybeden ve çöllerde ölümün nefesini ensesinde hisseden tek kişi olmadığımı şimdi bildiğim kadar iyi bilmiyordum. Son gücümle savurduğum parmağımı yumruk yapıp birkaç kez kumu yumrukladıktan sonra kafamı kumlara gömdüm. Uyuyup ölürüm diye düşünerek bir yığın gibi yıkıldım kaldım çölün kumlarına fakat ölümün henüz benim ruhumda gözü yoktu. Ertesi gün yakıcı bir güneşin altında uyandım ve kaldırmaya takatimin olmadığı ellerimi kumda sürüyerek kendi dizlerime, bedenime doğru çektim. Avucumu yavaşça yüzüme doğru götürdüm fakat ellerimin içinde bir şey parlıyordu. Küçük bir kristalimsi nesne avucumun içinde parıldıyordu, elimi yarmış, kanatmış ve yaranın içinde öylece duruyordu. Yavaşça o küçük kristali çıkardım ve hafifçe kaldırıp Güneş’in kavurucu ama aynı zamanda aydınlatıcı ışığına tuttum. Bu bir elmas idi. Çölün ortasında elmas da ne alaka diye düşündüm. Ellerimle kumu biraz kazdım ve çok daha fazlası çıktı karşıma. Binlerce elmas… Göz kamaştırıcıydı ama size yemin ederim tüm bu elmasları bir damla suya takas edebilirdim. Değerleri umurumda bile değildi, benim dudaklarım su istiyordu. Genzim her yutkunduğumda yanıyordu. Gece kâbus görüp uyandığında su diye inleyen bir çocuk kadar, ölüm döşeğindeki hasta ve yaşlı bir kadın kadar bile gücüm kalmamıştı. Şimdi iş küfrettiğim tanrılara kalmıştı, yalvarmak hem içimden gelmiyordu hem de yalvaracak gücüm de yoktu. İnanıp inanmamak tamamıyla size kalmış lakin hiç beklenmedik şekilde o gün birkaç saat sonra bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı. Yüzüme düşen ilk yağmur tanesi bana bu dünyadaki en güzel şey gibi geldi. Avuçlarımın içine dolan su yanan genzime o kadar iyi geldi ki birkaç dakika sonra kahkaha atmaya başlamıştım. Halimi görseydiniz siz de gülerdiniz. Dünyanın en kudretli hükümdarlarından birisi, on binlerce adamı peşine takan bir askeri deha idim ben. Yüzlerce cariyem, binlerce kölem vardı. Sayısını bile bilmediğim kadar çocuğum, ömrüm boyunca hatta onlarca nesil boyunca elini oynatmadan yaşanabilecek bir hayat için yeterli miktarda altınım vardı. Halkımın bir kısmının gözünde ben bir tanrıydım, kimisi benim adıma kurban keserdi, kimileri bana Doğu’nun ve Batı’nın Efendisi derdi. Gözlerime bakmaya korkardı kimi, kalplerinden geçenleri bildiğimi düşünürlerdi. Fakat ben avucumun içine dolan bu birkaç damla suyu içtiğimde dünyanın en zengin insanı olarak görüyordum kendimi. Lanet olsun bana dedim, lanet olsun tüm o zenginliğe, lanet olsun bana yalakalık yaparak gerçekleri görmeme engel olanlara, lanet olsun sahte tanrıları kendilerine ilahlar edinenlere diye haykırdım.

   Gücümü topladıktan sonra çöldeki yolculuğuma devam ederek Büyük Sahra’yı aştım ve nehir kenarında avladığı balıklarla geçinen mütevazi bir kavim buldum. Üstlerine giydikleri adamakıllı bir kıyafetleri bile yoktu. Son derece ilkel evlerde yaşıyorlardı, dilleri ise sıfat ve zarf açısından çok zayıftı o sebeple anlamam ve öğrenmem çok da uzun sürmedi. Nitekim ben saraylarda yetiştirilmiştim, dünyanın en iyi öğretmenleri, en bilge filozofları benim hocalarımdı. Fakat hiç kimse bana basitliği takdir etmeyi öğretmemişti, bu adi anlamındaki bir basitlik değildi. Saflığın, temizliğin, gözlerde parlayan masumiyetin olduğu türden bir basitlikti. Bu masumiyetlerini koruyarak onların içindeki cevheri uyandırdım ve onlardan tarihin gördüğü en büyük medeniyetlerden birini yarattım. Yıllar sürmüştü fakat ömrümün sonlarına doğru kaliteli bir ordumuz, iyi bir ekonomimiz ve en önemlisi de fakirliğin olmadığı, tembelliğin olmadığı, sahteliğin olmadığı ve masum bir damla su gibi temiz bir insanlar topluluğu oluşturmuştum. Hayır sadece kendi başarım da diyemem, ben bu insanların başında bir zorba değildim, onlara sadece öğüt ve tavsiyelerde bulundum. Onlar da beni arkadaşları olarak gördüler, benim bildiklerim ve yapabildiklerim karşısında ne kadar şaşırsalar da beni bir evliya veya tanrı ilan etmediler. Medeniyetimiz yükselirken benim dünyadaki vaktim nihayete eriyordu. Ölümün yaklaştığını hissediyordum. Yıllar evvel beni sağ bırakan tanrı bu sefer canımı alması için meleğini gönderiyordu. Devasa bir mermer sütun hazırlattım ve üstünü artık gözümde hiçbir değeri olmayan mücevherlerle kaplattım ve başımdan geçenleri bu sütunun üstüne siz benden sonra gelenler ibret alasınız diye yazdırdım. Ben ne Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesiyim ne de ulular ulusu bir hakanım. Ben sadece kız kardeşini bulmak için, değerli mücevherini bulmak için dünyanın sonuna gitmiş bir adamım ve bu saatten sonra tek isteğim hatırlanmak. İşte hepsi bu kadar.”


    Bu krala Elmas Kral ismini verdiler araştırmacılar. Bulunduğu haberi tarihçiler arasında büyük tartışmalara sebep oldu. Herkes hangi medeniyetin üyesi olduğu, hangi dönemlerde yaşadığına dair tartışmalara başladı. Fakat ben Elmas Kral'a birçok açıdan haksızlık yaptığımız kanaatindeyim. En büyük haksızlığı da adını Elmas Kral koyarak yapıyoruz. Bir damla su için dünyadaki tüm mücevherlerden vazgeçen bir adama adeta küfrediyoruz. İbret almayı inatla unutuyoruz. Tanrı onu sınadığı gibi bizi de sınamaz umarım.


                                             



NOT:

Bu hikaye tamamen kurgusaldır.

Görseller için kaynak:

https://wallpaperaccess.com/

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

GÜZELLİĞİN BİYOLOJİSİ

                                                                       Monica Bellucci                     Bir grup insanın kendi aralarında bir kişiyi güzel bulup bulmadığı hususunda konuşmasını eminim hepiniz duymuşsunuzdur. Kimileri konusu edilen kişiyi güzel bulurken kimisi onu o kadar da etkileyici bulmadığını ifade etmektedir. Yine hayatta birtakım insanların nedenini bilemediğiniz sebeplerden aynı suçlar için daha az ceza aldığını, onlara daha az kızıldığını veya diğer insanların onlara daha kibar ve sevecen davrandığını da fark etmişsinizdir. Tüm bunları size aklınızda şu soruyu oluşturmak için anlatıyorum. Gerçekten objektif ve evrensel bir güzellik algısı var mıdır yoksa güzellik tamamıyla bölgeden bölgeye, ülkeden ülkeye hatta kişiden kişiy...

VOLTAİRE'İN MEKTUPLARINDA ÇİÇEK AŞILAMASI

               François-Marie Arouet ya da bilinen adıyla Voltaire, Fransız Aydınlanmasının öncü isimlerinden olan bir yazar, şair, tarihçi ve filozoftur. Voltaire, İngiliz Aydınlanması'nın temel kavramlarından olan din hürriyeti, düşünce ve bunu özgürce ifade etme hakkı, din ve devlet işlerinin ayrılması gibi konuları Fransa'da ve Avrupa'nın kalanında popüler etmesiyle bilinir. Kendisi çok çeşitli alanlarda toplamı binlerle ifade edilecek kadar eser meydana getirmiştir. Yazdıkları arasında felsefi metinler, tiyatro, şiir, deneme, mektup, makale, kısa öykü, roman, eleştiri, tarihi metinler bulunmaktadır. Kendisinden sonra gelen yüzlerce bilim insanı, yazar, şair, filozof, siyasetçiyi etkilemiştir ki bunların arasında ülkemizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk de bulunmaktadır.                                                 ...

ATEŞİN RUHU

  “Küçük insanlar kişileri, normal insanlar olayları, büyük insanlar fikirleri tartışırlar.” İnsanlık kafasını kaldırıp yıldızlara bakmaya ve Güneş& Ay'ın döngüleri, doğanın gizemleri, geçmişin acıları, hayvanların davranışları, hayatın anlamı vs. üzerine düşünmeye, sorular sormaya başladığı günden beri hep bir avuç adam çıkmış ve hayatlarını bitmek tükenmek bilmeyen bir hırsla, evrene ve doğaya karşı sonsuz bir merakla bu sorulara yanıt aramışlardır. Herkesin sustuğu veya incir çekirdeğini doldurmayacak mevzular üzerine konuştuğu dünya tarihinde inci gibi parlayan bu insanlar, insan doğasının gizemlerine kafa yormuşlardır. Tarih boyunca filozoflar, ressamlar, din alimleri, bestekarlar, siyasi ve askeri dehalar, bilim insanları; adına hayat dediğimiz bütünün çeşitli parçalarını bize sunmaya ve kendi bilgilerini bizlerle paylaşmaya çalışmışlardır. Tabi ki birçok fikirleri aykırı bulunmuş, icat çıkarma olarak görülmüş ve bu insanlar kafirlik, ahlaksızlık, yobazlık gibi ithamlar...