Ana içeriğe atla

ATEŞİN RUHU




 “Küçük insanlar kişileri, normal insanlar olayları, büyük insanlar fikirleri tartışırlar.”

İnsanlık kafasını kaldırıp yıldızlara bakmaya ve Güneş& Ay'ın döngüleri, doğanın gizemleri, geçmişin acıları, hayvanların davranışları, hayatın anlamı vs. üzerine düşünmeye, sorular sormaya başladığı günden beri hep bir avuç adam çıkmış ve hayatlarını bitmek tükenmek bilmeyen bir hırsla, evrene ve doğaya karşı sonsuz bir merakla bu sorulara yanıt aramışlardır. Herkesin sustuğu veya incir çekirdeğini doldurmayacak mevzular üzerine konuştuğu dünya tarihinde inci gibi parlayan bu insanlar, insan doğasının gizemlerine kafa yormuşlardır. Tarih boyunca filozoflar, ressamlar, din alimleri, bestekarlar, siyasi ve askeri dehalar, bilim insanları; adına hayat dediğimiz bütünün çeşitli parçalarını bize sunmaya ve kendi bilgilerini bizlerle paylaşmaya çalışmışlardır. Tabi ki birçok fikirleri aykırı bulunmuş, icat çıkarma olarak görülmüş ve bu insanlar kafirlik, ahlaksızlık, yobazlık gibi ithamlara maruz kalmışlardır. Peki neden bu insanlar hep bir elin parmağı kadar olmuştur hiç düşündünüz mü? Modern dünyada her insanın özel olduğunu ne kadar söylerlerse söylesinler gerçek şudur ki özel insan çok azdır. Bunu çeşitli yollarla kanıtlamak mümkün fakat ben bu yöntemlerden bir tanesini kullanacağım. O da Pareto dağılım grafiğidir.

 

Pareto dağılım grafiği bize geçmişte de günümüzde de hemen her konuda azınlık bir kesimin çoğunluğun sahip olduğundan daha fazlasına sahip olduğunu ve ürettiği değerlerin toplamından daha fazlasını ürettiğini göstermektedir. Örneğin dünya üzerindeki paranın %80'i(tam olarak %82.7'si) insanların %20'sinindir. Bu %20'lik kesimin sahip olduğu paranın da yine %80'i bu %20'nin %20'sine yani toplamın %4'üne aittir. (1) Yine Pareto'nun bizzat gözlemlediği bir olay da İtalya'daki toprakların %80'inin toplumun %20'sinin olduğu gerçeğidir. Daha küçük alt gruplara indikçe orantısız üstünlüğün giderek arttığını görürüz. Dünyanın en zengin 85 insanı en fakir 3.5 milyarın sahip olduğu kadarına sahip. Yine aynı şekilde bilim literatüründe yayınlanan makalelerin ve alınan atıfların büyük bir kısmı çok az sayıda bilim insanına ait. Bu sadece ekonomi ya da bilim ile ilgili konularda karşımıza çıkmıyor. Müzikte de bu tip verilere rastlıyoruz. Örneğin tarih boyunca yaşamış insanların çok çok azı(%1'den bile azı) bir parça bestelemiştir. Fakat günümüze kadar bestelenen parçalardan diğer hepsinin toplamından daha fazla dinlenmeyi sadece 4 bestekar başarmıştır. Bunlar: Bach, Beethoven, Mozart ve Çaykovski'dir. (2) Bu eşit olmayan dağılımı nüfusun şehirlere dağılımından bile çıkarabiliriz. Örneğin Türkiye'nin nüfusu 2021 verilerine göre 84.680.273'tür. Bu nüfusun ise yaklaşık 16 milyonu İstanbul'da, yaklaşık 6 milyonu Ankara'da, 4.5 milyonu ise İzmir'de yaşamaktadır. Sadece 3 büyük şehir Türkiye nüfusunun yüzde 31 kadarını taşır. Yani Türkiye'deki her 3 kişiden 1'isi 3 büyük şehrimizden birinde yaşamaktadır.(3) Bir başka örneği de biyolojiden vermek istiyorum ki bu tip eşitsiz dağılımların sadece insanlar aleminde görülmediğine doğadaki birçok canlıda bu şekilde eşitsizliklere rastlandığına değinmek istiyorum. Elephant seal olarak bilinen denizaslanı türünün erkeklerinin %4'ü, dişilerinin %88'ini eş edinir.(4) Yine ıstakozlarda karşımıza benzer bir durum çıkmaktadır. Erkek ıstakozlar kendi aralarında güç elde etmek ve hiyerarşik olarak üstte olmak istediklerinde savaşmaktadırlar. Bu savaşın sonunda kazanan dişilerin birçoğunu elde etmektedir.(5) Bu tip eşitsizlik doğada birçok hayvan türünde görüldüğü gibi insanlarda da görülmektedir. Nitekim yapılan  genetik çalışmalar göstermiştir ki tarih boyunca yaşamış erkeklerin sadece 40'ı üreyebilmişken kadınların ise yüzde 80'i soyunu devam ettirebilmiştir.(6) Buradan şu sonuç çıkmakta: Tarihte soyunu devam ettirebilen ortalama bir erkek iki partnere sahiptir. Yine tarihte Cengiz Han gibi şu an yaşayan her 200 kişiden birinin atası olan üreme şampiyonlarının da olduğunu belirtmeliyiz. Pareto dağılımına bir başka örneği konuşulan dilde verebiliriz. Araştırmaya göre insanlar arasındaki iletişimin yüzde 90'ı sadece 500 kelimeyi kullanarak gerçekleşmektedir.(7) Burada örnekleri artırmak mümkün fakat işin özü şudur ki: İnsanlar arasında çok çeşitli konularda çeşitli hiyerarşiler oluşmuş ve bu hiyerarşilerde tepedeki az sayıda kişi mal, mülk, şan, şöhret, başarı, saygı, güç vs.nin çoğunu elde etmiştir. Bu şekildeki eşitsizliklerin oluşmasında toplumsal ve kültürel faktörlerin etkisi yadsınamaz olsa da işin büyük çoğunluğu gayet biyolojiktir ve milyonlarca yıllık evrimin sonucunda oluşmuştur. Nitekim bu hiyerarşilerin varlığı ile beyindeki nörokimyasal olayların arasında bir ilişki gösterilmiştir. (8) Bu kadar örnek ve açıklamadan sonra tarihte yaşamış herkesin özel olduğu, herkesin çok büyük potansiyel taşıdığı gibi iddiaların yanlış olduğunu göstermiş olduk. Nitekim yetenek, yaratıcılık, para, zeka, güç gibi birçok vasıf çok az sayıda kişinin elinde, tarihsel süreçte de günümüzde de, toplanmıştır. Bu işin doğası böyledir. Benim bu durumda öne çıkarmak istediğim ve sizlere sunmak istediğim fikir de bunu anlatıyor. Biz bugün sahip olduğumuz insanlık medeniyetini yaşamış çok az sayıda bilim insanı, filozof, ressam, bestekar, askeri deha, siyasetçinin yoğun çabalarına borçluyuz.


                                                                      Denizaslanı

Çevrenize bir bakın. Hangi insan kendisini aptal görüyor? Hangi insan kendisini ahlaksız görüyor? Hangi insan birtakım adam ve kadınları başardıkları muhteşem işler için hakkıyla takdir edebiliyor? İnsanların belli oranda kendine güvenmesi ve değer verilmeyi hak eden bir varlık olduğuna inanması her ne kadar gerekli de olsa içten içe her insan aramızdaki sayısı bir elin parmağını geçmeyecek sayıda kişinin diğerlerinden daha muazzam işler başardığını ve kelimenin hakkını vererek "farklı" ve "özel" olduğunu bilir. Tarihte yaşamış bu kişilerin kimisi bilim insanı, kimi filozof, kimi tarihçi, kimi siyasetçi, kimi bir askeri deha, kimi sanatkar olarak karşımıza çıkabilir.

Mezarlıklar kendisini ölümsüz zanneden insanların cesetleri ile doludur fakat etrafınızda gördüğünüz yapılar, teknoloji, elinize alıp okuduğunuz kitaplar, yüzyıllara meydan okuyan besteler, inandığınız inançlar ve fikirler, çağlara ve ölüme meydan okuyan adamların cümleleri, binaları, besteleri, eserleridir ve gözlerinizin önünde her an o insanların ne kadar özel ve biricik olduğunu hatırlatırlar. Bu insanları bu tip eserler üretmeye ve tabiri caizse ölümsüz olmak için bitmek tükenmek bilmeyen bir hırsla çalışmaya iten nedir? Bu soruya ben ATEŞİN RUHU yanıtını veriyorum. İnsanın özünde var olan ve etrafındaki dünyayı anlamak, anlamlandırmak ve çıkardığı anlamları da etrafıyla paylaşmak için taşıdığı derin bir güdü bu ateşin ruhu. Bu ismi Yüzüklerin Efendisi ve Hobbit kitaplarının yazarı J.R.R Tolkien'in bir diğer meşhur eseri olan Silmarillion'da(9) yazdığı bir karakterden aldım. Bu karakter elflerin en kudretlisi, en bilgesi, ruhu en yüce olan ve gözlerinde ruhunda taşıdığı ateşin ışığı parlayan, yaratıcılığın ete kemiğe bürünmüş hali olan Fëanor'dur. Fea, Quenyacada ruh demek iken, Nor ise ateş demek. Silmarillion'da bu ismi Fëanor'a annesi veriyor. Orta Dünya evreninde elf kadınları, insan kadınlarının aksine, doğurdukları çocuğa kendi ruhlarından verirler. Bu sebeple fiziksel bir kaybın ötesinde her çocuk doğurduklarında ruhani bir kayıpları da olur. Fëanor, annesi Miriel'in ilk ve tek çocuğu olmasına rağmen doğumu sırasında annesinin ruhundan o kadar yüksek bir parça almıştır ki annesinin yaşama isteği kaybolmuş ve "solmuştur". Ruhu, Mandos'un salonlarına gitmeden önce eşi ve kralı Finwe'den çocuğun adını Fëanor şeklinde koymasını istemiştir. İşte bu çocuk büyüdüğünde diğer yaşıtlarından önce olgunlaşıp enerjisini, zamanını içinde bulunduğu ortamı gezip doğal zenginliklerini keşfetmek, alfabe geliştirmek, değerli madenlerden emsalsiz mücevherler meydana getirmek ve bunlardan da en önemlisi silmarilleri yaratmaya ayırmıştır.(10) Benim "özel", "farklı" insanlarda gördüğüm yaratım gücünü, hayal gücünü, yeteneği anlatmak için kullandığım ismin kökeni işte bu dahi karakter olan Fëanor'dur. Şimdi size kurgu değil de bir zamanlar aramızda yaşamış olan "gerçek" Fëanor'lardan ve onların neden özel ve farklı olduğundan örneklere yer vererek bahsedeceğim.

 

Fëanor ve silmariller


Aydınlanma felsefesi:

" Bir insanı değerli kılan, kişinin sahip olduğu veya sahip olduğuna inandığı hakikat değil, hakikati keşfetmek için sarf ettiği samimi çabadır. Çünkü insanın güçleri, hakikate sahip olmakla değil,  hakikati araştırmakla gelişir ki bu yalnızca kişinin sürekli artan yetkinliğini oluşturur. Sahip olmak kişiyi sakin, uyuşuk ve gururlu yapar.

Tanrı sağ elinde tüm hakikati ve sol elinde beni her zaman yanıltma olanağı bulunan hakikati arama itkisini tutsa ve 'Seç!' dese, alçakgönüllülükle sol eline eğilir ve derim ki: Bunu ver bana ey Tanrım. Saf hakikat yalnızca senin için!" (11)

Aydınlanma Nedir? den alıntıladığım kısımdan da anlaşılacağı üzere  içinde ateşin ruhunu taşıyanlar, bilgelik denizinde ruhunu yüzdürmek isteyen adamlar şüphenin ve aklın hakikati arama arzusunu salt hakikatin kendisine tercih ederler. Geri kalan insanlara ise küçük bir parça kağıda evrenin en derin sorunlarına verilmiş en net yanıtlar bile sunulsa bunu gereksiz görür ve bu benim hayatta ne işime yarayacak diyerek bir kenara atıverirler. Salt hakikate böyle davranan bu insanlar akıllarını en sofistike şekilde kullanmayı ve doğru şekilde şüphe etmeyi gerektiren derin düşüncelerin dünyasına dalmayı asla başaramazlar, başaramıyorlar da zaten.


Ahmet Haşim ve kitap okumanın üstünlüğü üstüne:

“Sekiz saattir trendeyim.

Tren boş ve neşesiz,

İçim sıkılıyor.

Yolun iki tarafında memleketler, kıtalar akıp gidiyor, fakat göz için yeni hiçbir şey yok. Beş dakikada bir pencere değiştiriyorum: Aynı ağaçlar, aynı yollar, aynı dereler, uzun bir baş ağrısı gibi yolun iki tarafında tekrarlanıp duruyor.

Rabbim! Şu manzara dedikleri ne sıkıcı bir şeymiş!

Elimde büyük bir şairin harikulade kitabı var. Trenin anlatılmaz can sıkıntısını gidermek için kitabın büyülü nesrini mi okumalı, yoksa şu pencerelerin dışında binbir renkle kaynaşan fakat bir türlü değişmesini bilmeyen hayatın dümdüz şeridini mi seyretmekle devam etmeli?

İşte halledilecek küçük bir mesele:

Gerçi hayat, kitaba sığmayacak kadar geniştir; fakat tekrarlarla doludur. Kitap, tabiatta en büyük olan şeyin yani insanın en güzel balını taşımak itibariyle tabiatın genişliğine sahip olmaya muhtaç olmaksızın ona üstündür.” (12)

Şahsen şiirlerine de fikirlerine de hayran olduğum büyük şair Ahmet Haşim’in Frankfurt Seyahatnamesi’nde çok gezen mi çok okuyan mı sorusuna verdiği bir yanıt burası kanaatimce. Tarihte yaşamış birçok büyük bilge, sanatkar, filozof vs. kitap okumanın önemine değinmiş ve kitap okumayı basit bir hobi olarak değil hayatı anlamada, özümsemede ve onu öngörmede büyük bir araç olarak görmüşlerdir. Hayatın içinde hepimiz bir tek kişiyi deneyimleriz o da kendimiz fakat doğru kitapları okursak eğer bir askerin gözünden, bir siyasetçinin, bir kadının, bir suçlunun ve çok daha fazlasının deneyimlerinden istifade edebiliriz. Bu büyük adamlar bunu çok doğru bir şekilde fark etmiş olacaklar ki tarihe adını altın harflerle yazdırmış birçok dehanın aynı zamanda kitap kurdu olduğunu biliyoruz. Örnek vermek gerekirse Farabi, Fatih Sultan Mehmet, Leonardo Da Vinci, Mustafa Kemal Atatürk, Napoleon Bonaparte, Nikola Tesla, Bill Gates ve daha niceleri. Tabii ders çıkarmasını bilmeyen insan ne yaşadığı tecrübeden bir şey öğrenebilir ne de okuduğu kitaptan, o sebeple en doğrusu öğrenmek ve anlamak için okumak ve hakkını vererek yaşamaktır. Bu bölümü Descartes’in meşhur şu sözüyle bitirmek isterim: ‘ Bütün iyi kitapları okumak, bu kitapların yazarlığını yapmış geçmiş yüzyılların en iyi insanlarıyla konuşmak gibidir.’ (13)


                                                                
https://photos.com/featured/train-journey-photography-by-lubaib-gazir.html



Nietzsche’nin yalnızlığı:

Büyük filozof Friedrich Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt’ünden bir bölüm paylaşmak istiyorum sizlerle:

“Bütün gerçek büyüklükler pazar yerinin ve şöhretin ötesindedir. Yeni değerlerin yaratıcıları pazar yerinden ve ihtişamından uzak yaşamaktadır. Dostum, kendi yalnızlığına kaç. Zehirli sinekler tarafından görüyorum ısırıldığını. Sert ve güçlü havanın estiği bir yerlere kaç! Dostum kendi yalnızlığına kaç! Sen küçük ve çok sefilce yaşayan adamlara yakın yaşadın. Onların görünmez intikamından kaç! Onlar sana karşı intikamdan başka bir şey değillerdi.”

“Onlarla geldiğinde, kaç kez aptal olduklarını ve güçlerinin ölmekte olan bir ateşin dumanı gibi onlardan nasıl geçtiğini fark etmedin mi? Evet dostum, sen en yakınların için kötü bir vicdan azabısın. Çünkü onlar sana layık değiller. Bu yüzden senden nefret ediyor ve kanını emmek istiyorlar. Senin en yakınların, her zaman zehirli sinekler olacak; sendeki büyük olan şey, onları daima daha zehirli ve daha fazla sinek yapacak. Uç dostum, yalnızlığına sert ve kuvvetli havanın estiği yere uç. Senin kaderin, sinek avcılığı değil.

Böyle Buyurdu Zerdüşt” (14)

Yukarıda üreten ve yaratan adamların, benim tabirimle ateşin ruhunu taşıyanların, onları anlamayan ve yaptıklarına değer vermeyen “sineklerden” kaçmasını öğütlüyor Nietzsche. Kendi yalnızlığına uçmasını ve çalışmasına, üretisine, yaptığı üstün ve şerefli işe orada devam etmesini söylüyor.

Yine bu anlattığıma bir başka örnek ise Charles Bukowski’den verilebilir: “Büyük adamlar yalnızlığa mahkumdur.” (15)

Büyük ve kafası dolu adamların yalnızlığı bir zulüm gibi değil de yaratmak ve düşünmek için vazgeçilmez bir zaman olarak gördüğüne bir başka örnek ise Arthur Schopenhauer’dan:

“ Akıllı adam her şeyden evvel ıstıraptan ve tacizden( harici sıkıntıdan) azade olmak için çabalayacak, sessizliği ve boş vakti, dolayısıyla mümkün olan en az sayıda beklenmedik ve tehlikeli karşılaşma ile birlikte sakin, mütevazı bir hayatı arayacaktır; böylelikle sözüm ona hemcinsleriyle çok az bir ortak tecrübeyi paylaştıktan sonra, münzeviyane bir hayatı tercih edecektir, hatta eğer büyük bir ruha sahipse büsbütün yalnızlığı seçecektir.

Çünkü bir insan ne kadar kendi kendisine yeterse, başka insanlara o denli daha az gereksinim duyacaktır; haddi zatında başka insanlar da ona o kadar az tahammül edebilecektir. Yüksek bir zihin düzeyinin bir insanı toplum dışına itebilmesinin nedeni budur.” (16)

Schopenhauer’un de çok güzel açıkladığı gibi insan bilgeleştikçe, daha üst düzey bir akli seviyeye eriştikçe diğer insanların ona sunabileceği, katabileceği ya da bu bilgeleşmiş, akil insanın o insanlardan isteyebileceği şeyler azaldığından yalnızlık bu tip ateşin ruhunu taşıyan adamlar için aranan bir durum olacaktır. Bu bir asosyallik hali değildir, çünkü asosyal adam kendisini toplum içinde ifade edemediğinden, insanlarla iletişime geçmeyi beceremediğinden ve korkularından dolayı toplumdan ve kalabalıklardan kaçar. Bu, az sayıdaki büyük adamlar ise toplumdan bir şey öğrenemeyeceğinden, toplumu vasat ve zaman kaybı olarak görüp kendi değerli zamanlarını boş işlere harcamaya çekindiklerinden ötürü tercih edilmiş yalnızlığı seçerler.

 

Büyük adamların yalnızlığına verilecek örneklerin sayısını artırmak mümkün. Buna son bir örneği de genç Napoleon’un hatıra defterine yazıklarından okuyalım:

“ İnsanların arasında dahi daima yalnız olduğuma göre, kendimi rüyalarıma ve hüznümün dalgalarına terk etmek üzere vatanıma dönüyorum. Şu sırada karanlık düşüncelerim nereye yöneliyor? Ölüme. Ama yine de hayatın eşiğinde duruyorum ve pek haklı olarak uzun yıllar bu eşikten içeri giremeyeceğimi düşünüyorum. Son altı ya da yedi yıldan beri vatanımdan uzağım. Kendi yurttaşlarımı bir kere daha görmek ne büyük mutluluk! O halde beni kendi kendimi yıkmaya, mahvetmeye sürükleyen ne? Talihsizlik ayaklarıma dolaşır, hiçbir şey bana neşe vermezken, her şeyin aleyhimde olduğu bir hayata tahammül etmekte ne anlam var? ..” (17)

Tarihte yalnızlığına zorla veya kendi isteğiyle hapsolmuş sayısız büyük adam vardır bağrında ateşin ruhunu taşıyan ve hemen hepsi yalnızlıklarına bir dost gibi sarılmışlardır:

“ Benim biricik yalnızlığım,

Sensiz ben ne yapardım?” (18)


Genç Napoleon

                                                                                                                                                                                                 


Merak denen şeytan

Kendini yalnızlığa terk etmiş, okumaya ve araştırmaya bolca zaman ayıran ve hakikatin peşinde koşan bu adamların bir diğer yanı da doymak bilmeyen merak duygularıdır. Adeta bir canavar gibi ilgi uydukları şeye saldırırlar ve onun hakkındaki her şeyi, ayrıntısıyla bilmek isterler. Bu merakları onlara saçını taramayı unutturur, gündelik işlerini unutturur, sıradan insanların zevk aldığı şeylerden zevk alamamalarını, üzüldükleri şeylere üzülememelerini sağlar. Gözleri, kulakları, bedenleri ile bir ortamda dahi olsalar akılları başka diyarlarda en iyi besteyi yapmakla, en güzel şiiri yazmakla, en doğru felsefi görüşü geliştirmekle meşguldür. Tarihteki bazı dehaların derin merak duygusuna örnekler vereyim.

Şimdi sizlere Walter Isaacson’un eseri Leonardo Da Vinci eserinden bir bölüm aktarıyorum ve Leonardo’nun etrafındaki dünyaya nasıl bir merakla yaklaştığına dikkatinizi çekmek istiyorum:

“Önde gelen sanat tarihçilerinden Kenneth Clark’ın,’ bugüne dek yaşamış en meraklı insan,’ dediği Leonardo’ya dair mükemmel bir rehber niteliğindeki defterler, tarihte eşi görülmemiş bir merakı gözler önüne serer.

Defterdeki favori bölümlerim, Leonardo’nun merakının ışıl ışıl parladığı ‘ yapılacaklar listeleri’. 1490’larda Milano’da kaleme aldığı bir tanesinde, öğrenmeyi kafaya koyduğu şeylerden bazılarını listeler. İlk madde ‘ Milano ve çevresinin ölçümü’dür. İleriki bir maddede bunun pratik bir amacı olduğu ortaya çıkar: ‘Milano’yu çiz.’ Diğerlerinde, hiç durmadan bilgilerinden yararlanabileceği birilerini kovaladığını görürüz. ‘ Aritmetik üstadından üçgeni kareleştirmeyi öğren… Humbaracı Giannino’ya Ferrara’daki duvarların nasıl örüldüğünü sor… Benedetto Portinari’ye Flandra’da buz üstünde nasıl yürüdüklerini sor… Lombard tarzı kanal, kanal havuzu ve değirmen onarımını anlatacak bir hidrolik ustası bul… Fransız üstat Giovanni Francese’den, söz verdiği güneşin büyüklüğünü öğren. Merakı doymak bilmez.

Leonardo yıllar boyunca tekrar tekrar, yapması ve öğrenmesi gereken şeylerin listesini çıkarmıştır. Bazıları çoğumuzun aklına bile gelmeyecek türden yakın gözlemler içerir. ‘ Kazın ayağını gözlemle: hep açık ya da hep kapalı kalsaydı hayvan hiç hareket edemezdi. ‘ Diğerleri nadiren durup düşündüğümüz son derece sıradan olgular hakkında gökyüzü neden mavidir tarzı sorular içerir. ! Neden sudaki balıklar havadaki kuşlardan daha hızlıdır? Su havadan daha ağır ve yoğun olduğuna göre tam tersi olması gerekmez mi?” (19)

Yukarıda alıntıladığım kısımdan anlaşılacağı üzere büyük Rönesans ressam, heykeltıraş, mucit ve bilim insanı olan(hatta daha da fazlası olan) Leonardo Da Vinci’nin içinde bulunduğu dünyayı özümsemek istercesine derin bir merakla araştırdığını görüyoruz.

Yine bir başka merak ve araştırma şampiyonu olarak karşımıza çıkan kişi de Nikola Tesla’dır. Şimdi sizlere Tesla’nın sözlerinden Edison ile tanıştığı zamanki hislerini anlattığı metni “Nikola Tesla’nın İlginç Yaşamı” kitabından sizlere aktarıyorum:

“ Edison’la tanışmak, hayatımın dönüm noktalarından biriydi. Hayatının başlarında hiçbir avantajı ve bilimsel eğitimi olmayan bu harika adamın başardıklarını görmek beni hayretler içinde bıraktı ve ona yoğun bir hayranlık duydum. Ben bir düzine dil öğrenmiş, edebiyat ve sanatla yakından ilgilenmiş, hayatımın en iyi yıllarını kütüphanelerde karşıma çıkan her şeyi okuyarak geçirmiş, üstelik de hayatımın boşa harcandığını hissetmiştim. Oysa bunun yapabileceğim en iyi şey olduğunu şimdi anlıyordum. Birkaç hafta içinde Edison’un saygısını kazandım.” (20)

Verdiğim iki örnekte de açıkça görülmektedir ki ruhunda ateş yanan bu insanlar meraklarının gereği olarak evreni anlama gayreti ile bolca okumuş, araştırmış, gözlem yapmış ve kendilerine bir şeyler öğretebilecek kişilerin peşine takılmıştır.

Leonardo'nun meşhur Mona Lisa'sı



Kalplerini sökmüş adamlar

Ateşin ruhu yüreklerinde yanan bu adamların bir diğer ortak özelliği ise genel olarak kendilerini zayıf kılacak duygulardan özellikle de aşk, sevgi gibi duygulardan uzak durmalarıdır. Uzak durmuyorlarsa bile bu duyguları hayatlarının merkezine almamalarıdır. Alsalar bile insanların aslında bu duyguları ne kadar kirlettiğini; sevgiyi, aşkı, merhameti, empatiyi nasıl katledip kendi sığlıklarında boğduklarını ve ikiyüzlü davrandıklarını fark etmeleridir. Bu dediklerime büyük düşünürlerden örnekler vererek dediklerimi açıklayayım:

“ İnsanların birbirleri için ne kadar önemsiz olduklarını bilmek beni çıldırtıyor! Göğsümü parçalamak, beynimi yumruklamak geliyor içimden… Ah! Veremediğim sevgiyi, neşeyi, sıcaklığı, sevinci onlar bana hiç veremiyorlar… Kalbim mutlulukla dolsa, taşsa da karşımda buz gibi, ilgisiz duran insanı mutlu edemem…” (21)

Yukarıdaki paragraf Genç Werther’in Acıları'ndan bir bölüm. İnsan duygularının ne kadar bencil ve ne kadar da, sanıldığının aksine, göreceli ve karşılıksız olduğunu anlatan güzel bir bölüm.

 

Bir de Schopenhauer’un Aşk hakkındaki fikrine bakalım:

“ Ne kadar yüksek ve ulvi görünürse görünsün, ne var ki her türlü aşk bütünüyle cinsiyet güdüsünden kaynaklanır. Aslında aşk dediğimiz şey sadece daha belirli, daha özelleşmiş ve belki de kelimenin dar anlamında, daha ferdileşmiş biçimiyle mutlak manada bu içgüdüdür. Eğer bunu aklımızdan çıkarmayıp bütün evreleri ve seviyeleri itibariyle aşkın, sadece dramalarda ve romanlarda değil, fakat aynı zamanda hayat sevgisinin hemen yanı balında kendisini bütün dürtülerin en güçlüsü ve en etkini olarak gösterdiği gerçek dünyada da oynadığı önemli rolü göz önünde tutarsak; eğer onun sürekli gençlerin kabiliyet ve düşüncelerinin yarısını işgal ettiğini ve neredeyse her insani çabanın nihai hedefi olduğunu, en önemli işleri ters biçime etkilediğini, en ciddi uğraşıları saat başı yoklayıp rahatsız ettiğini; zaman zaman en büyük kafaları bile yoldan çıkarıp çılgına çevirdiğini, devlet adamlarının önemli işlerini ya da bilginlerin araştırmalarını sekteye uğratmaktan çekinmediğini, aşk mektuplarını ve saç lülelerini bakanların evrak çantalarına ve filozofların müsveddelerinin arasına bırakmayı becerdiğini, bir o kadar da en karmaşık ve uğursuz işleri tertipleyip düzenlemeyi, en değerli bağlılıkları çözmeyi, en güçlü bağları koparmayı bildiğini, hayatın, sağlığın, servetin, mevkiinin, mutluluğun zaman zaman onun uğruna feda edildiğini, başka türlü kendi halinde, dürüst bir adamı kalleş, bu zamana kadar sadık birisini hain yaptığını ve topyekun amacı önüne çıkan her şeyi yıkmak, karıştırmak ve alt üst etmek olan hasım bir iblis olarak göründüğünü düşünecek olursak: Evet eğer bütün bunlar düşünülecek olursa şu soruları soran birinin yeterli sebepleri olacaktır: ‘ Bütün bu gürültü neyin nesi? (22)

Yine Marcel Proust’un evlilik hakkındaki fikirlerini, hayatını sevdiği işe adamış olduğundan evlilik denilen olaya zaman ayırmak istemediğini Salah Birsel’in Kurutulmuş Felsefe Bahçesi kitabından okuyalım:

“Proust’un tanrısı kendi romanıdır. Tek kaygısı yapıtını bitiremeden öleceğinden gelir. Çevresindekilere sık sık:’ Zamanım çok dar, çok dar.’ dediği olur. Bu telaşı yüzünden de bütün alışverişlerini Celest’e yaptırır. Göz doktoruna bile gitmeye vakit bulamaz. Celest’e gözlükçüden bir sürü gözlük getirtir. Gözüne en uygun olanı seçtikten sonra ötekileri geri yollar.

O, zamanını yemek yemeye bile ayırmak istemez. Bütün gününü çokluk iki fincan sütlü kahve ve iki de ayçöreği ile geçirir. Bu çörekler, kimi zaman, bire bile iner. Bu, biraz da çokça yenilecek bir yemeğin kafasını mahmurlaştıracağından, duygularını körelteceğinden korkmasından gelir.

Arada bir, o da sokağa çıkacağı geceler, biraz güç toplayabilmek düşüncesiyle dil balığı istediği de olur. Onu da iki üç lokma aldıktan sonra bırakır. Kimi zaman da, sabahın ikisinde soğuk bir bira içmek ister. En iyi biranın da Lipp Birahanesinde olduğunu bildiğinden gecenin karanlığında arabacısını Saint- Germain Bulvarına koşturur.

 O, yaşamı boyunca evlenmeye de yanaşmamıştır. Bir iki denemeye kalkışmışsa da bunlardan yakasını çarçabuk kurtarmıştır. O kendi yapıtıyla evlidir. Terziden terziye, çaydan çaya koşacak bir kadınla evlenmiş olsa yazacaklarını yazamayacağını bilir. ‘ Evlenmiş olsaydım, karım beni her şeye karıştırmak, her yere sürüklemek isterdi.’ der.” (23)

Yukarıda çeşitli büyük isimlerin duygular, insanların duygular konusundaki ikiyüzlülüğü, aşk ve evlilik kavramları üzerine görüşlerini yazdım. Bunun aksini düşünen ve yaşayan büyük dehalar olsa da çoğu toplumun, kalabalıkların istediği gibi olamadıklarından, dünyaya, hayata, duygulara çok farklı açılardan baktıklarından sıradan insanların girdiği işlere girmemiş ve onların duygulara yüklediği anlamı bu büyük adamlar yüklememiştir. O sebeple bir kısmı Isaac Newton’ın da başına geldiği gibi “Donmuş Kalp” benzeri isimlerle adlandırılmıştır. Halbuki bu adamların kalbi donmuş değildir. Onların çoğu kalplerini bizzat söküp atmışlardır.

 


Kendi elleriyle yarattığına aşık olanlar

Ateşin ruhuna sahip olan adamların bir başka özelliği de emek ettikleri, zaman harcadıkları ve adeta kendi ruhlarından bir parça kattıkları işlerine hayran olmaları hatta neredeyse tapmalarıdır. Buna yönelik vereceğim ilk örnek ateşin ruhu teorimi esinlendiğim karakter olan  Fëanor'dur. Kendisi Orta Dünya evreninde Silmariller denilen muazzam güçlü ve ışıltılı taşların yaratıcısıdır. Bu taşlar bakan her varlıkta derin bir sahip olma isteği uyandırır. Öyle ki bu taşları elde etmek uğruna çok sayıda savaş verilmiştir. Fëanor ise bu taşları o kadar benimsemiş ve sevmiştir ki bir süre sonra kendi elleriyle yarattığı taşları ailesi hariç kimseye göstermemeye başlamıştır. Taşlar onda bir takıntı haline gelmiştir ve daha ulvi bir amaç için silmarillerinden vazgeçmesi gerektiğinde bu iradeyi gösterememiştir. Çünkü kendi zekasını, bilgeliğini, yaratıcılığını, zamanını, enerjisini aktardığı bu taşlar onun tapınma seviyesinde değer verdiği nesneler oluvermiştir. (24) Buna bir başka örnek ise Antik Yunan'da karşımıza çıkıyor. Mitolojiye göre Pygmalion, Kıbrıs Adası'nda yaşayan bir adamdır. Kendi döneminin kadınları fahişeliğe meylettiğinden ve içinde yaşadığı toplum ahlaki çöküş içinde olduğundan toplumdan ve kadınlardan nefret etmeye başlamış, bunun sonucu olarak da toplumdan elini eteğini çekerek heykeltıraşlık ile uğraşmaya başlamıştır. Uzun çalışmaları ve çabaları sonucunda bir kadın heykeli yapmış ve zaman içinde bu heykeli mükemmelleştirmiştir. Zamanla ortaya koyduğu bu esere karşı derin bir sevgi beslemeye başlamış ve kendi elleriyle yarattığı heykele aşık olmuştur. Tanrılara ona can vermesi için yalvarmış ve Afrodit de onun duasını kabul ederek heykele can vermiştir. Kadının adı Galatea olmuştur. (25,26) Yine Pygmalion ismiyle George Bernard Shaw tarafından yazılmış bir tiyatro eseri de mevcuttur. Bu eser okumamış ve çiçek satarak hayatını sürdüren alt sınıftan bir kız olan Eliza Doolittle'ın, insanları birkaç dakika dinleyerek ülkenin hangi bölgesinden hatta mahallesinden olduğunu anlayabilen bir fonetik uzmanı olan Henry Higgins tarafından bir hanımefendi olacak şekilde eğitim almasını ve bu süreçte aralarında başlayan aşkı anlatır. Bernard Shaw'un 1913'te premieri yapılan bu oyununun 1938 yapımı aynı isimli bir filmi de mevcuttur. (27) Kendi ürettiği, dönüştürdüğü, değiştirdiği şeye aşık olma temasının işlendiği eserlere bir diğer güzel örnek de Ruby Sparks filmidir. Best seller olmuş kitapların yazarı olan Calvin Weir-Fields, kendi hayalinde yarattığı ve kendisini kayıtsız şartsız sevip her haliyle onu takdir edeceğine inandığı bir kadını, Ruby Sparks'ı, yazmaya başlar. Bir gün uyandığında yazdığı bu kurgusal karakterin gerçek olduğunu ve kendi sevgilisi olduğunu görür. Kendi hayallerindeki kadın ile hep mutlu bir şekilde yaşayacaklarını düşünse de bir süre sonra aslında kadının kendi kölesi olduğunu ve Calvin'in hoşuna gitmeyecek hiçbir şey yapamadığını anlar ve gerçek sevginin aslında sevdiği kişiyi kendi aşkının kölesi yapmak ile değil de onu serbest bırakıp özgür iradesiyle kendisini sevmesi olduğunu anlar. (28) Mitoloji, tiyatro, film gibi çeşitli alanlardan örnek verdiğimiz gibi yetenekli ve üretici kimselerin üretme ve bir eser ortaya koyma isteği zamanla bu adamları kendi yaptıkları kişiye, nesneye vs. aşık olacak hale getirmiştir. Kimisinde besledikleri bu sevgi belli bir zaman sonra öyle bir seviyeye gelmiştir ki tapılacak kadar çok sevmeye başlamışlardır kendi var ettikleri, dönüştürdükleri varlıkları.

Galatea'nın canlanış anı, Louis-Jean-François Lagrenée tarafından



Şu ana kadar ruhlarında üretmenin, yaratmanın, farklı işler meydana getirmenin ağır yükünü taşıyan adamlardan ve ruhları ateş gibi yanan adamların özelliklerinden çeşitli edebi,felsefi,tarihi metinlerden yararlanarak bahsettim. Bu tip bir ruh hali içinde olmanın kişiyi fazla yoracağını, bu kişilerin boş işlerle uğraştığını ya da uğraşılarının gereksiz olduğunu belirtenler hep olmuştur. Onlara yanıt olarak Feanor'un ölümünü anlatayım ve Nazım Hikmet'in o güzel şiiri ile yazımı tamamlayayım.

Feanor, kendi babası ve aynı zamanda elflerin kralı olan Finwe'yi öldüren ve Silmarilleri çalan tanrısal bir varlık olan Melkor'un peşinden gitmeye yemin etmiştir. Bu hedefini oğulları ile birlikte ettiği bir yeminle herkese duyurur ve peşine binlerce elfi de takarak kutsal diyar olan Valinor'dan Orta Dünya'ya geçer. Burada hırsının, intikam arzusunun ve Silmarillerini geri alma isteğinin etkisiyle ordusunu geride bırakıp yanına az sayıda adam alarak Melkor'un kalesi olan Angband'a saldırmaya çalışır. Yolda Melkor'un komutanlarından bir balrog olan Gothmog tarafından pusuya düşürülür ve ağır yaralar alır. Son anda oğulları yetişip bedeninin daha fazla harap olmasına mani olsa da aldığı yaralar ona yetmiştir ve son anlarında elflerin güçlerinin bu tanrısal varlığa yetmeyeceğini anlayan Feanor, oğullarına ne pahasına olursa olsun Silmarilleri geri alacaklarına dair ettikleri yemini tekrarlatır ve ölür. Ölümü Orta Dünya'da daha önce hiç kimsenin başına gelmediği ve daha sonrasında gelmeyeceği şekilde gerçekleşir. Ruhunun ateşi bedenini yakar ve küle dönüştürür, ruhu da ölülerin ruhunun gittiği Mandos'un salonlarına gider ve işte böyle olur elflerin en bilgesinin, en zekisinin, en maharetlisinin, en kudretlisinin sonu. Yanarak... (29)Tıpkı Nazım'ın dediği gibi:

 

 

"Hava kurşun gibi ağır

Bağır bağır bağır

Bağırıyorum.

Koşun kurşun eritmeye çağırıyorum.

 

O diyor ki bana:

– Sen kendi sesinle kül olursun ey!

Kerem gibi yana yana…

Dert çok

Hem dert yok.

Yüreklerin kulakları sağır.

Hava kurşun gibi ağır.

 

Ben diyorum ki ona:

– Kül olayım Kerem gibi yana yana.

Ben yanmasam

Sen yanmasan

Biz yanmasak

Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa."(30)

 


Yoksa ruhunuzu yakıp yok etmek pahasına sizi ölümsüz kılacak ateş hâlâ içinizde uyanmadı mı?


Yazıda yararlandığım kaynaklar,

1)      https://en.m.wikipedia.org/wiki/Pareto_principle#:~:text=Mathematically%2C%20the%2080%2F20%20rule,from%2020%25%20of%20clients%22

2)      Jordan B. Peterson, Twelve Rules for Life, Penguin Yayınları, s. 45-46

3)       https://www.nufusu.com/

4)      Richard Dawkins, Selfish Gene, Oxford University Press, 2006(30.baskı), s.215

5)      Jordan B. Peterson, Twelve Rules for Life, Penguin Yayınları, s.47

6)      Ogi Ogas ve Sai Gaddam, A Billion Wicked Thoughts, Dutton Yayınları, 2011, s.97

7)      Jordan B. Peterson, Twelve Rules for Life, Penguin Yayınları

8)      https://youtu.be/6ypVbUBEZHg

9)      J.R.R. Tolkien, Silmarillion, Çeviri: Berna Akkıyal, İthaki Yayınları, 2016, İstanbul

10)   https://www.youtube.com/watch?v=GTEeMR7QHn4

11)   Kant, Schiller, Lessing ve diğerleri, Aydınlanma Nedir?, Çev: Mehmet Barış Albayrak, alBaraka Yayınları, s.74

12)   Ahmet Haşim, Frankfurt Seyahatnamesi, Kapra Yayınları, s.15

13)   Marcel Proust, Okumak Üzerine, Kapra Yayınları, s.22

14)   Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Çev: Meral Harzem, Kapra Yayınları, s.46

15)    Charles Bukowski, Kadınlar, Çeviri: Avi Pardo, Parentez Yayınları, s.27

16)   Arthur Schopenhauer, Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine, Şule Yayınları, İstanbul,2005

17)   Emil Ludwig, Napoleon, Çeviri: Mine Atafırat, Kapra Yayınları, 2021, İstanbul, s.18

18)   Yerli ve Milli Voltaire

19)   Walter Isaacson, Leonardo Da Dinci, Çeviri: Emre Gözgü, Domingo Yayınları, 2020, İstanbul, s.5

20)   Nikolo Tesla, Nikolo Tesla’nın İlginç Yaşamı, Çeviri: Selim Yeniçeri, Kapra Yayınları, İstanbul, s.47

21)    Goethe, Genç Werther’in Acıları, Ülkü Basım, İstanbul, 1987, s.210

22)   Arthur Schopenhauer, Aşkın Metafiziği, Çeviri: Ahmet Aydoğan, Say Yayınları, s.35

23)   Salah Birsel, Kurutulmuş Felsefe Bahçesi, Ada Yayınları, İstanbul, s.36-37

24)   J.R.R. Tolkien, Silmarillion, Çeviri: Berna Akkıyal, İthaki Yayınları, 2016, İstanbul

25)   https://www.britannica.com/topic/Pygmalion 

26)   https://en.wikipedia.org/wiki/Pygmalion_(mythology)

27)   https://en.wikipedia.org/wiki/Pygmalion_(play)

28)   https://www.imdb.com/title/tt1839492/

29)   https://www.youtube.com/watch?v=GTEeMR7QHn4

30)   https://didaktiksozler.com/siir/nazim-hikmet-kerem-gibi/

 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

GÜZELLİĞİN BİYOLOJİSİ

                                                                       Monica Bellucci                     Bir grup insanın kendi aralarında bir kişiyi güzel bulup bulmadığı hususunda konuşmasını eminim hepiniz duymuşsunuzdur. Kimileri konusu edilen kişiyi güzel bulurken kimisi onu o kadar da etkileyici bulmadığını ifade etmektedir. Yine hayatta birtakım insanların nedenini bilemediğiniz sebeplerden aynı suçlar için daha az ceza aldığını, onlara daha az kızıldığını veya diğer insanların onlara daha kibar ve sevecen davrandığını da fark etmişsinizdir. Tüm bunları size aklınızda şu soruyu oluşturmak için anlatıyorum. Gerçekten objektif ve evrensel bir güzellik algısı var mıdır yoksa güzellik tamamıyla bölgeden bölgeye, ülkeden ülkeye hatta kişiden kişiy...

VOLTAİRE'İN MEKTUPLARINDA ÇİÇEK AŞILAMASI

               François-Marie Arouet ya da bilinen adıyla Voltaire, Fransız Aydınlanmasının öncü isimlerinden olan bir yazar, şair, tarihçi ve filozoftur. Voltaire, İngiliz Aydınlanması'nın temel kavramlarından olan din hürriyeti, düşünce ve bunu özgürce ifade etme hakkı, din ve devlet işlerinin ayrılması gibi konuları Fransa'da ve Avrupa'nın kalanında popüler etmesiyle bilinir. Kendisi çok çeşitli alanlarda toplamı binlerle ifade edilecek kadar eser meydana getirmiştir. Yazdıkları arasında felsefi metinler, tiyatro, şiir, deneme, mektup, makale, kısa öykü, roman, eleştiri, tarihi metinler bulunmaktadır. Kendisinden sonra gelen yüzlerce bilim insanı, yazar, şair, filozof, siyasetçiyi etkilemiştir ki bunların arasında ülkemizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk de bulunmaktadır.                                                 ...