“Küçük insanlar kişileri, normal insanlar olayları, büyük insanlar fikirleri tartışırlar.”
İnsanlık kafasını kaldırıp yıldızlara bakmaya ve Güneş&
Ay'ın döngüleri, doğanın gizemleri, geçmişin acıları, hayvanların davranışları,
hayatın anlamı vs. üzerine düşünmeye, sorular sormaya başladığı günden beri hep
bir avuç adam çıkmış ve hayatlarını bitmek tükenmek bilmeyen bir hırsla, evrene
ve doğaya karşı sonsuz bir merakla bu sorulara yanıt aramışlardır. Herkesin
sustuğu veya incir çekirdeğini doldurmayacak mevzular üzerine konuştuğu dünya
tarihinde inci gibi parlayan bu insanlar, insan doğasının gizemlerine kafa
yormuşlardır. Tarih boyunca filozoflar, ressamlar, din alimleri, bestekarlar,
siyasi ve askeri dehalar, bilim insanları; adına hayat dediğimiz bütünün
çeşitli parçalarını bize sunmaya ve kendi bilgilerini bizlerle paylaşmaya
çalışmışlardır. Tabi ki birçok fikirleri aykırı bulunmuş, icat çıkarma olarak
görülmüş ve bu insanlar kafirlik, ahlaksızlık, yobazlık gibi ithamlara maruz
kalmışlardır. Peki neden bu insanlar hep bir elin parmağı kadar olmuştur hiç
düşündünüz mü? Modern dünyada her insanın özel olduğunu ne kadar söylerlerse
söylesinler gerçek şudur ki özel insan çok azdır. Bunu çeşitli yollarla
kanıtlamak mümkün fakat ben bu yöntemlerden bir tanesini kullanacağım. O da
Pareto dağılım grafiğidir.
Çevrenize bir bakın. Hangi insan kendisini aptal görüyor?
Hangi insan kendisini ahlaksız görüyor? Hangi insan birtakım adam ve kadınları
başardıkları muhteşem işler için hakkıyla takdir edebiliyor? İnsanların belli
oranda kendine güvenmesi ve değer verilmeyi hak eden bir varlık olduğuna
inanması her ne kadar gerekli de olsa içten içe her insan aramızdaki sayısı bir
elin parmağını geçmeyecek sayıda kişinin diğerlerinden daha muazzam işler
başardığını ve kelimenin hakkını vererek "farklı" ve "özel"
olduğunu bilir. Tarihte yaşamış bu kişilerin kimisi bilim insanı, kimi filozof,
kimi tarihçi, kimi siyasetçi, kimi bir askeri deha, kimi sanatkar olarak
karşımıza çıkabilir.
Mezarlıklar kendisini ölümsüz zanneden insanların cesetleri ile doludur fakat etrafınızda gördüğünüz yapılar, teknoloji, elinize alıp okuduğunuz kitaplar, yüzyıllara meydan okuyan besteler, inandığınız inançlar ve fikirler, çağlara ve ölüme meydan okuyan adamların cümleleri, binaları, besteleri, eserleridir ve gözlerinizin önünde her an o insanların ne kadar özel ve biricik olduğunu hatırlatırlar. Bu insanları bu tip eserler üretmeye ve tabiri caizse ölümsüz olmak için bitmek tükenmek bilmeyen bir hırsla çalışmaya iten nedir? Bu soruya ben ATEŞİN RUHU yanıtını veriyorum. İnsanın özünde var olan ve etrafındaki dünyayı anlamak, anlamlandırmak ve çıkardığı anlamları da etrafıyla paylaşmak için taşıdığı derin bir güdü bu ateşin ruhu. Bu ismi Yüzüklerin Efendisi ve Hobbit kitaplarının yazarı J.R.R Tolkien'in bir diğer meşhur eseri olan Silmarillion'da(9) yazdığı bir karakterden aldım. Bu karakter elflerin en kudretlisi, en bilgesi, ruhu en yüce olan ve gözlerinde ruhunda taşıdığı ateşin ışığı parlayan, yaratıcılığın ete kemiğe bürünmüş hali olan Fëanor'dur. Fea, Quenyacada ruh demek iken, Nor ise ateş demek. Silmarillion'da bu ismi Fëanor'a annesi veriyor. Orta Dünya evreninde elf kadınları, insan kadınlarının aksine, doğurdukları çocuğa kendi ruhlarından verirler. Bu sebeple fiziksel bir kaybın ötesinde her çocuk doğurduklarında ruhani bir kayıpları da olur. Fëanor, annesi Miriel'in ilk ve tek çocuğu olmasına rağmen doğumu sırasında annesinin ruhundan o kadar yüksek bir parça almıştır ki annesinin yaşama isteği kaybolmuş ve "solmuştur". Ruhu, Mandos'un salonlarına gitmeden önce eşi ve kralı Finwe'den çocuğun adını Fëanor şeklinde koymasını istemiştir. İşte bu çocuk büyüdüğünde diğer yaşıtlarından önce olgunlaşıp enerjisini, zamanını içinde bulunduğu ortamı gezip doğal zenginliklerini keşfetmek, alfabe geliştirmek, değerli madenlerden emsalsiz mücevherler meydana getirmek ve bunlardan da en önemlisi silmarilleri yaratmaya ayırmıştır.(10) Benim "özel", "farklı" insanlarda gördüğüm yaratım gücünü, hayal gücünü, yeteneği anlatmak için kullandığım ismin kökeni işte bu dahi karakter olan Fëanor'dur. Şimdi size kurgu değil de bir zamanlar aramızda yaşamış olan "gerçek" Fëanor'lardan ve onların neden özel ve farklı olduğundan örneklere yer vererek bahsedeceğim.
Aydınlanma felsefesi:
" Bir insanı değerli kılan, kişinin sahip olduğu
veya sahip olduğuna inandığı hakikat değil, hakikati keşfetmek için sarf ettiği
samimi çabadır. Çünkü insanın güçleri, hakikate sahip olmakla değil, hakikati araştırmakla gelişir ki bu yalnızca
kişinin sürekli artan yetkinliğini oluşturur. Sahip olmak kişiyi sakin, uyuşuk
ve gururlu yapar.
Tanrı sağ elinde tüm hakikati ve sol elinde beni her
zaman yanıltma olanağı bulunan hakikati arama itkisini tutsa ve 'Seç!' dese,
alçakgönüllülükle sol eline eğilir ve derim ki: Bunu ver bana ey Tanrım. Saf
hakikat yalnızca senin için!" (11)
Aydınlanma Nedir? den alıntıladığım kısımdan da anlaşılacağı
üzere içinde ateşin ruhunu taşıyanlar,
bilgelik denizinde ruhunu yüzdürmek isteyen adamlar şüphenin ve aklın hakikati
arama arzusunu salt hakikatin kendisine tercih ederler. Geri kalan insanlara
ise küçük bir parça kağıda evrenin en derin sorunlarına verilmiş en net
yanıtlar bile sunulsa bunu gereksiz görür ve bu benim hayatta ne işime
yarayacak diyerek bir kenara atıverirler. Salt hakikate böyle davranan bu
insanlar akıllarını en sofistike şekilde kullanmayı ve doğru şekilde şüphe
etmeyi gerektiren derin düşüncelerin dünyasına dalmayı asla başaramazlar, başaramıyorlar
da zaten.
Ahmet Haşim ve kitap okumanın
üstünlüğü üstüne:
“Sekiz saattir trendeyim.
Tren boş ve neşesiz,
İçim sıkılıyor.
Yolun iki tarafında memleketler, kıtalar akıp gidiyor,
fakat göz için yeni hiçbir şey yok. Beş dakikada bir pencere değiştiriyorum:
Aynı ağaçlar, aynı yollar, aynı dereler, uzun bir baş ağrısı gibi yolun iki
tarafında tekrarlanıp duruyor.
Rabbim! Şu manzara dedikleri ne sıkıcı bir şeymiş!
Elimde büyük bir şairin harikulade kitabı var. Trenin
anlatılmaz can sıkıntısını gidermek için kitabın büyülü nesrini mi okumalı,
yoksa şu pencerelerin dışında binbir renkle kaynaşan fakat bir türlü
değişmesini bilmeyen hayatın dümdüz şeridini mi seyretmekle devam etmeli?
İşte halledilecek küçük bir mesele:
Gerçi hayat, kitaba sığmayacak kadar geniştir; fakat
tekrarlarla doludur. Kitap, tabiatta en büyük olan şeyin yani insanın en güzel
balını taşımak itibariyle tabiatın genişliğine sahip olmaya muhtaç olmaksızın
ona üstündür.” (12)
Şahsen şiirlerine de fikirlerine de hayran olduğum büyük
şair Ahmet Haşim’in Frankfurt Seyahatnamesi’nde çok gezen mi çok okuyan mı
sorusuna verdiği bir yanıt burası kanaatimce. Tarihte yaşamış birçok büyük
bilge, sanatkar, filozof vs. kitap okumanın önemine değinmiş ve kitap okumayı
basit bir hobi olarak değil hayatı anlamada, özümsemede ve onu öngörmede büyük
bir araç olarak görmüşlerdir. Hayatın içinde hepimiz bir tek kişiyi
deneyimleriz o da kendimiz fakat doğru kitapları okursak eğer bir askerin
gözünden, bir siyasetçinin, bir kadının, bir suçlunun ve çok daha fazlasının
deneyimlerinden istifade edebiliriz. Bu büyük adamlar bunu çok doğru bir
şekilde fark etmiş olacaklar ki tarihe adını altın harflerle yazdırmış birçok
dehanın aynı zamanda kitap kurdu olduğunu biliyoruz. Örnek vermek gerekirse
Farabi, Fatih Sultan Mehmet, Leonardo Da Vinci, Mustafa Kemal Atatürk, Napoleon
Bonaparte, Nikola Tesla, Bill Gates ve daha niceleri. Tabii ders çıkarmasını
bilmeyen insan ne yaşadığı tecrübeden bir şey öğrenebilir ne de okuduğu
kitaptan, o sebeple en doğrusu öğrenmek ve anlamak için okumak ve hakkını
vererek yaşamaktır. Bu bölümü Descartes’in meşhur şu sözüyle bitirmek isterim: ‘
Bütün iyi kitapları okumak, bu kitapların yazarlığını yapmış geçmiş yüzyılların
en iyi insanlarıyla konuşmak gibidir.’ (13)
https://photos.com/featured/train-journey-photography-by-lubaib-gazir.html
Nietzsche’nin yalnızlığı:
Büyük filozof Friedrich Nietzsche’nin Böyle Buyurdu
Zerdüşt’ünden bir bölüm paylaşmak istiyorum sizlerle:
“Bütün gerçek büyüklükler pazar yerinin ve şöhretin ötesindedir.
Yeni değerlerin yaratıcıları pazar yerinden ve ihtişamından uzak yaşamaktadır.
Dostum, kendi yalnızlığına kaç. Zehirli sinekler tarafından görüyorum
ısırıldığını. Sert ve güçlü havanın estiği bir yerlere kaç! Dostum kendi
yalnızlığına kaç! Sen küçük ve çok sefilce yaşayan adamlara yakın yaşadın.
Onların görünmez intikamından kaç! Onlar sana karşı intikamdan başka bir şey
değillerdi.”
“Onlarla geldiğinde, kaç kez aptal olduklarını ve
güçlerinin ölmekte olan bir ateşin dumanı gibi onlardan nasıl geçtiğini fark
etmedin mi? Evet dostum, sen en yakınların için kötü bir vicdan azabısın. Çünkü
onlar sana layık değiller. Bu yüzden senden nefret ediyor ve kanını emmek
istiyorlar. Senin en yakınların, her zaman zehirli sinekler olacak; sendeki
büyük olan şey, onları daima daha zehirli ve daha fazla sinek yapacak. Uç
dostum, yalnızlığına sert ve kuvvetli havanın estiği yere uç. Senin kaderin,
sinek avcılığı değil.
Böyle Buyurdu Zerdüşt” (14)
Yukarıda üreten ve yaratan adamların, benim tabirimle ateşin
ruhunu taşıyanların, onları anlamayan ve yaptıklarına değer vermeyen
“sineklerden” kaçmasını öğütlüyor Nietzsche. Kendi yalnızlığına uçmasını ve
çalışmasına, üretisine, yaptığı üstün ve şerefli işe orada devam etmesini
söylüyor.
Yine bu anlattığıma bir başka örnek ise Charles Bukowski’den
verilebilir: “Büyük adamlar yalnızlığa mahkumdur.” (15)
Büyük ve kafası dolu adamların yalnızlığı bir zulüm gibi
değil de yaratmak ve düşünmek için vazgeçilmez bir zaman olarak gördüğüne bir
başka örnek ise Arthur Schopenhauer’dan:
“ Akıllı adam her şeyden evvel ıstıraptan ve tacizden(
harici sıkıntıdan) azade olmak için çabalayacak, sessizliği ve boş vakti,
dolayısıyla mümkün olan en az sayıda beklenmedik ve tehlikeli karşılaşma ile
birlikte sakin, mütevazı bir hayatı arayacaktır; böylelikle sözüm ona
hemcinsleriyle çok az bir ortak tecrübeyi paylaştıktan sonra, münzeviyane bir
hayatı tercih edecektir, hatta eğer büyük bir ruha sahipse büsbütün yalnızlığı
seçecektir.
Çünkü bir insan ne kadar kendi kendisine yeterse,
başka insanlara o denli daha az gereksinim duyacaktır; haddi zatında başka
insanlar da ona o kadar az tahammül edebilecektir. Yüksek bir zihin düzeyinin
bir insanı toplum dışına itebilmesinin nedeni budur.” (16)
Schopenhauer’un de çok güzel açıkladığı gibi insan bilgeleştikçe,
daha üst düzey bir akli seviyeye eriştikçe diğer insanların ona sunabileceği,
katabileceği ya da bu bilgeleşmiş, akil insanın o insanlardan isteyebileceği
şeyler azaldığından yalnızlık bu tip ateşin ruhunu taşıyan adamlar için aranan
bir durum olacaktır. Bu bir asosyallik hali değildir, çünkü asosyal adam
kendisini toplum içinde ifade edemediğinden, insanlarla iletişime geçmeyi
beceremediğinden ve korkularından dolayı toplumdan ve kalabalıklardan kaçar.
Bu, az sayıdaki büyük adamlar ise toplumdan bir şey öğrenemeyeceğinden, toplumu
vasat ve zaman kaybı olarak görüp kendi değerli zamanlarını boş işlere
harcamaya çekindiklerinden ötürü tercih edilmiş yalnızlığı seçerler.
Büyük adamların yalnızlığına verilecek örneklerin sayısını
artırmak mümkün. Buna son bir örneği de genç Napoleon’un hatıra defterine
yazıklarından okuyalım:
“ İnsanların arasında dahi daima yalnız olduğuma göre,
kendimi rüyalarıma ve hüznümün dalgalarına terk etmek üzere vatanıma dönüyorum.
Şu sırada karanlık düşüncelerim nereye yöneliyor? Ölüme. Ama yine de hayatın
eşiğinde duruyorum ve pek haklı olarak uzun yıllar bu eşikten içeri
giremeyeceğimi düşünüyorum. Son altı ya da yedi yıldan beri vatanımdan uzağım.
Kendi yurttaşlarımı bir kere daha görmek ne büyük mutluluk! O halde beni kendi
kendimi yıkmaya, mahvetmeye sürükleyen ne? Talihsizlik ayaklarıma dolaşır,
hiçbir şey bana neşe vermezken, her şeyin aleyhimde olduğu bir hayata tahammül
etmekte ne anlam var? ..” (17)
Tarihte yalnızlığına zorla veya kendi isteğiyle hapsolmuş
sayısız büyük adam vardır bağrında ateşin ruhunu taşıyan ve hemen hepsi
yalnızlıklarına bir dost gibi sarılmışlardır:
“ Benim biricik yalnızlığım,
Sensiz ben ne yapardım?” (18)
Merak denen şeytan
Kendini yalnızlığa terk etmiş, okumaya ve araştırmaya bolca
zaman ayıran ve hakikatin peşinde koşan bu adamların bir diğer yanı da doymak
bilmeyen merak duygularıdır. Adeta bir canavar gibi ilgi uydukları şeye
saldırırlar ve onun hakkındaki her şeyi, ayrıntısıyla bilmek isterler. Bu
merakları onlara saçını taramayı unutturur, gündelik işlerini unutturur,
sıradan insanların zevk aldığı şeylerden zevk alamamalarını, üzüldükleri
şeylere üzülememelerini sağlar. Gözleri, kulakları, bedenleri ile bir ortamda
dahi olsalar akılları başka diyarlarda en iyi besteyi yapmakla, en güzel şiiri
yazmakla, en doğru felsefi görüşü geliştirmekle meşguldür. Tarihteki bazı
dehaların derin merak duygusuna örnekler vereyim.
Şimdi sizlere Walter Isaacson’un eseri Leonardo Da Vinci
eserinden bir bölüm aktarıyorum ve Leonardo’nun etrafındaki dünyaya nasıl bir
merakla yaklaştığına dikkatinizi çekmek istiyorum:
“Önde gelen sanat tarihçilerinden Kenneth Clark’ın,’
bugüne dek yaşamış en meraklı insan,’ dediği Leonardo’ya dair mükemmel bir
rehber niteliğindeki defterler, tarihte eşi görülmemiş bir merakı gözler önüne
serer.
Defterdeki favori bölümlerim, Leonardo’nun merakının
ışıl ışıl parladığı ‘ yapılacaklar listeleri’. 1490’larda Milano’da kaleme
aldığı bir tanesinde, öğrenmeyi kafaya koyduğu şeylerden bazılarını listeler.
İlk madde ‘ Milano ve çevresinin ölçümü’dür. İleriki bir maddede bunun pratik
bir amacı olduğu ortaya çıkar: ‘Milano’yu çiz.’ Diğerlerinde, hiç durmadan
bilgilerinden yararlanabileceği birilerini kovaladığını görürüz. ‘ Aritmetik
üstadından üçgeni kareleştirmeyi öğren… Humbaracı Giannino’ya Ferrara’daki
duvarların nasıl örüldüğünü sor… Benedetto Portinari’ye Flandra’da buz üstünde
nasıl yürüdüklerini sor… Lombard tarzı kanal, kanal havuzu ve değirmen
onarımını anlatacak bir hidrolik ustası bul… Fransız üstat Giovanni
Francese’den, söz verdiği güneşin büyüklüğünü öğren. Merakı doymak bilmez.
Leonardo yıllar boyunca tekrar tekrar, yapması ve
öğrenmesi gereken şeylerin listesini çıkarmıştır. Bazıları çoğumuzun aklına
bile gelmeyecek türden yakın gözlemler içerir. ‘ Kazın ayağını gözlemle: hep
açık ya da hep kapalı kalsaydı hayvan hiç hareket edemezdi. ‘ Diğerleri nadiren
durup düşündüğümüz son derece sıradan olgular hakkında gökyüzü neden mavidir
tarzı sorular içerir. ! Neden sudaki balıklar havadaki kuşlardan daha hızlıdır?
Su havadan daha ağır ve yoğun olduğuna göre tam tersi olması gerekmez mi?” (19)
Yukarıda alıntıladığım kısımdan anlaşılacağı üzere büyük
Rönesans ressam, heykeltıraş, mucit ve bilim insanı olan(hatta daha da fazlası
olan) Leonardo Da Vinci’nin içinde bulunduğu dünyayı özümsemek istercesine
derin bir merakla araştırdığını görüyoruz.
Yine bir başka merak ve araştırma şampiyonu olarak karşımıza
çıkan kişi de Nikola Tesla’dır. Şimdi sizlere Tesla’nın sözlerinden Edison ile
tanıştığı zamanki hislerini anlattığı metni “Nikola Tesla’nın İlginç Yaşamı”
kitabından sizlere aktarıyorum:
“ Edison’la tanışmak, hayatımın dönüm noktalarından
biriydi. Hayatının başlarında hiçbir avantajı ve bilimsel eğitimi olmayan bu
harika adamın başardıklarını görmek beni hayretler içinde bıraktı ve ona yoğun
bir hayranlık duydum. Ben bir düzine dil öğrenmiş, edebiyat ve sanatla yakından
ilgilenmiş, hayatımın en iyi yıllarını kütüphanelerde karşıma çıkan her şeyi
okuyarak geçirmiş, üstelik de hayatımın boşa harcandığını hissetmiştim. Oysa
bunun yapabileceğim en iyi şey olduğunu şimdi anlıyordum. Birkaç hafta içinde Edison’un
saygısını kazandım.” (20)
Verdiğim iki örnekte de açıkça görülmektedir ki ruhunda ateş
yanan bu insanlar meraklarının gereği olarak evreni anlama gayreti ile bolca
okumuş, araştırmış, gözlem yapmış ve kendilerine bir şeyler öğretebilecek
kişilerin peşine takılmıştır.
Kalplerini sökmüş adamlar
Ateşin ruhu yüreklerinde yanan bu adamların bir diğer ortak
özelliği ise genel olarak kendilerini zayıf kılacak duygulardan özellikle de
aşk, sevgi gibi duygulardan uzak durmalarıdır. Uzak durmuyorlarsa bile bu
duyguları hayatlarının merkezine almamalarıdır. Alsalar bile insanların aslında
bu duyguları ne kadar kirlettiğini; sevgiyi, aşkı, merhameti, empatiyi nasıl
katledip kendi sığlıklarında boğduklarını ve ikiyüzlü davrandıklarını fark
etmeleridir. Bu dediklerime büyük düşünürlerden örnekler vererek dediklerimi
açıklayayım:
“ İnsanların birbirleri için ne kadar önemsiz
olduklarını bilmek beni çıldırtıyor! Göğsümü parçalamak, beynimi yumruklamak
geliyor içimden… Ah! Veremediğim sevgiyi, neşeyi, sıcaklığı, sevinci onlar bana
hiç veremiyorlar… Kalbim mutlulukla dolsa, taşsa da karşımda buz gibi, ilgisiz
duran insanı mutlu edemem…” (21)
Yukarıdaki paragraf Genç Werther’in Acıları'ndan bir bölüm.
İnsan duygularının ne kadar bencil ve ne kadar da, sanıldığının aksine, göreceli
ve karşılıksız olduğunu anlatan güzel bir bölüm.
Bir de Schopenhauer’un Aşk hakkındaki fikrine bakalım:
“ Ne kadar yüksek ve ulvi görünürse görünsün, ne var
ki her türlü aşk bütünüyle cinsiyet güdüsünden kaynaklanır. Aslında aşk
dediğimiz şey sadece daha belirli, daha özelleşmiş ve belki de kelimenin dar
anlamında, daha ferdileşmiş biçimiyle mutlak manada bu içgüdüdür. Eğer bunu
aklımızdan çıkarmayıp bütün evreleri ve seviyeleri itibariyle aşkın, sadece
dramalarda ve romanlarda değil, fakat aynı zamanda hayat sevgisinin hemen yanı
balında kendisini bütün dürtülerin en güçlüsü ve en etkini olarak gösterdiği gerçek
dünyada da oynadığı önemli rolü göz önünde tutarsak; eğer onun sürekli
gençlerin kabiliyet ve düşüncelerinin yarısını işgal ettiğini ve neredeyse her
insani çabanın nihai hedefi olduğunu, en önemli işleri ters biçime
etkilediğini, en ciddi uğraşıları saat başı yoklayıp rahatsız ettiğini; zaman
zaman en büyük kafaları bile yoldan çıkarıp çılgına çevirdiğini, devlet
adamlarının önemli işlerini ya da bilginlerin araştırmalarını sekteye
uğratmaktan çekinmediğini, aşk mektuplarını ve saç lülelerini bakanların evrak
çantalarına ve filozofların müsveddelerinin arasına bırakmayı becerdiğini, bir o
kadar da en karmaşık ve uğursuz işleri tertipleyip düzenlemeyi, en değerli
bağlılıkları çözmeyi, en güçlü bağları koparmayı bildiğini, hayatın, sağlığın,
servetin, mevkiinin, mutluluğun zaman zaman onun uğruna feda edildiğini, başka
türlü kendi halinde, dürüst bir adamı kalleş, bu zamana kadar sadık birisini
hain yaptığını ve topyekun amacı önüne çıkan her şeyi yıkmak, karıştırmak ve
alt üst etmek olan hasım bir iblis olarak göründüğünü düşünecek olursak: Evet
eğer bütün bunlar düşünülecek olursa şu soruları soran birinin yeterli
sebepleri olacaktır: ‘ Bütün bu gürültü neyin nesi? (22)
Yine Marcel Proust’un evlilik hakkındaki fikirlerini,
hayatını sevdiği işe adamış olduğundan evlilik denilen olaya zaman ayırmak
istemediğini Salah Birsel’in Kurutulmuş Felsefe Bahçesi kitabından okuyalım:
“Proust’un tanrısı kendi romanıdır. Tek kaygısı
yapıtını bitiremeden öleceğinden gelir. Çevresindekilere sık sık:’ Zamanım çok
dar, çok dar.’ dediği olur. Bu telaşı yüzünden de bütün alışverişlerini
Celest’e yaptırır. Göz doktoruna bile gitmeye vakit bulamaz. Celest’e
gözlükçüden bir sürü gözlük getirtir. Gözüne en uygun olanı seçtikten sonra
ötekileri geri yollar.
O, zamanını yemek yemeye bile ayırmak istemez. Bütün
gününü çokluk iki fincan sütlü kahve ve iki de ayçöreği ile geçirir. Bu
çörekler, kimi zaman, bire bile iner. Bu, biraz da çokça yenilecek bir yemeğin
kafasını mahmurlaştıracağından, duygularını körelteceğinden korkmasından gelir.
Arada bir, o da sokağa çıkacağı geceler, biraz güç
toplayabilmek düşüncesiyle dil balığı istediği de olur. Onu da iki üç lokma
aldıktan sonra bırakır. Kimi zaman da, sabahın ikisinde soğuk bir bira içmek
ister. En iyi biranın da Lipp Birahanesinde olduğunu bildiğinden gecenin
karanlığında arabacısını Saint- Germain Bulvarına koşturur.
O, yaşamı
boyunca evlenmeye de yanaşmamıştır. Bir iki denemeye kalkışmışsa da bunlardan
yakasını çarçabuk kurtarmıştır. O kendi yapıtıyla evlidir. Terziden terziye,
çaydan çaya koşacak bir kadınla evlenmiş olsa yazacaklarını yazamayacağını
bilir. ‘ Evlenmiş olsaydım, karım beni her şeye karıştırmak, her yere
sürüklemek isterdi.’ der.” (23)
Yukarıda çeşitli büyük isimlerin duygular, insanların
duygular konusundaki ikiyüzlülüğü, aşk ve evlilik kavramları üzerine
görüşlerini yazdım. Bunun aksini düşünen ve yaşayan büyük dehalar olsa da çoğu
toplumun, kalabalıkların istediği gibi olamadıklarından, dünyaya, hayata,
duygulara çok farklı açılardan baktıklarından sıradan insanların girdiği işlere
girmemiş ve onların duygulara yüklediği anlamı bu büyük adamlar yüklememiştir.
O sebeple bir kısmı Isaac Newton’ın da başına geldiği gibi “Donmuş Kalp”
benzeri isimlerle adlandırılmıştır. Halbuki bu adamların kalbi donmuş değildir.
Onların çoğu kalplerini bizzat söküp atmışlardır.
Kendi elleriyle yarattığına aşık
olanlar
Ateşin ruhuna sahip olan adamların bir başka özelliği de emek ettikleri, zaman harcadıkları ve adeta kendi ruhlarından bir parça kattıkları işlerine hayran olmaları hatta neredeyse tapmalarıdır. Buna yönelik vereceğim ilk örnek ateşin ruhu teorimi esinlendiğim karakter olan Fëanor'dur. Kendisi Orta Dünya evreninde Silmariller denilen muazzam güçlü ve ışıltılı taşların yaratıcısıdır. Bu taşlar bakan her varlıkta derin bir sahip olma isteği uyandırır. Öyle ki bu taşları elde etmek uğruna çok sayıda savaş verilmiştir. Fëanor ise bu taşları o kadar benimsemiş ve sevmiştir ki bir süre sonra kendi elleriyle yarattığı taşları ailesi hariç kimseye göstermemeye başlamıştır. Taşlar onda bir takıntı haline gelmiştir ve daha ulvi bir amaç için silmarillerinden vazgeçmesi gerektiğinde bu iradeyi gösterememiştir. Çünkü kendi zekasını, bilgeliğini, yaratıcılığını, zamanını, enerjisini aktardığı bu taşlar onun tapınma seviyesinde değer verdiği nesneler oluvermiştir. (24) Buna bir başka örnek ise Antik Yunan'da karşımıza çıkıyor. Mitolojiye göre Pygmalion, Kıbrıs Adası'nda yaşayan bir adamdır. Kendi döneminin kadınları fahişeliğe meylettiğinden ve içinde yaşadığı toplum ahlaki çöküş içinde olduğundan toplumdan ve kadınlardan nefret etmeye başlamış, bunun sonucu olarak da toplumdan elini eteğini çekerek heykeltıraşlık ile uğraşmaya başlamıştır. Uzun çalışmaları ve çabaları sonucunda bir kadın heykeli yapmış ve zaman içinde bu heykeli mükemmelleştirmiştir. Zamanla ortaya koyduğu bu esere karşı derin bir sevgi beslemeye başlamış ve kendi elleriyle yarattığı heykele aşık olmuştur. Tanrılara ona can vermesi için yalvarmış ve Afrodit de onun duasını kabul ederek heykele can vermiştir. Kadının adı Galatea olmuştur. (25,26) Yine Pygmalion ismiyle George Bernard Shaw tarafından yazılmış bir tiyatro eseri de mevcuttur. Bu eser okumamış ve çiçek satarak hayatını sürdüren alt sınıftan bir kız olan Eliza Doolittle'ın, insanları birkaç dakika dinleyerek ülkenin hangi bölgesinden hatta mahallesinden olduğunu anlayabilen bir fonetik uzmanı olan Henry Higgins tarafından bir hanımefendi olacak şekilde eğitim almasını ve bu süreçte aralarında başlayan aşkı anlatır. Bernard Shaw'un 1913'te premieri yapılan bu oyununun 1938 yapımı aynı isimli bir filmi de mevcuttur. (27) Kendi ürettiği, dönüştürdüğü, değiştirdiği şeye aşık olma temasının işlendiği eserlere bir diğer güzel örnek de Ruby Sparks filmidir. Best seller olmuş kitapların yazarı olan Calvin Weir-Fields, kendi hayalinde yarattığı ve kendisini kayıtsız şartsız sevip her haliyle onu takdir edeceğine inandığı bir kadını, Ruby Sparks'ı, yazmaya başlar. Bir gün uyandığında yazdığı bu kurgusal karakterin gerçek olduğunu ve kendi sevgilisi olduğunu görür. Kendi hayallerindeki kadın ile hep mutlu bir şekilde yaşayacaklarını düşünse de bir süre sonra aslında kadının kendi kölesi olduğunu ve Calvin'in hoşuna gitmeyecek hiçbir şey yapamadığını anlar ve gerçek sevginin aslında sevdiği kişiyi kendi aşkının kölesi yapmak ile değil de onu serbest bırakıp özgür iradesiyle kendisini sevmesi olduğunu anlar. (28) Mitoloji, tiyatro, film gibi çeşitli alanlardan örnek verdiğimiz gibi yetenekli ve üretici kimselerin üretme ve bir eser ortaya koyma isteği zamanla bu adamları kendi yaptıkları kişiye, nesneye vs. aşık olacak hale getirmiştir. Kimisinde besledikleri bu sevgi belli bir zaman sonra öyle bir seviyeye gelmiştir ki tapılacak kadar çok sevmeye başlamışlardır kendi var ettikleri, dönüştürdükleri varlıkları.
Şu ana kadar ruhlarında üretmenin, yaratmanın, farklı işler
meydana getirmenin ağır yükünü taşıyan adamlardan ve ruhları ateş gibi yanan
adamların özelliklerinden çeşitli edebi,felsefi,tarihi metinlerden yararlanarak
bahsettim. Bu tip bir ruh hali içinde olmanın kişiyi fazla yoracağını, bu
kişilerin boş işlerle uğraştığını ya da uğraşılarının gereksiz olduğunu
belirtenler hep olmuştur. Onlara yanıt olarak Feanor'un ölümünü anlatayım ve
Nazım Hikmet'in o güzel şiiri ile yazımı tamamlayayım.
Feanor, kendi babası ve aynı zamanda elflerin kralı olan
Finwe'yi öldüren ve Silmarilleri çalan tanrısal bir varlık olan Melkor'un
peşinden gitmeye yemin etmiştir. Bu hedefini oğulları ile birlikte ettiği bir
yeminle herkese duyurur ve peşine binlerce elfi de takarak kutsal diyar olan
Valinor'dan Orta Dünya'ya geçer. Burada hırsının, intikam arzusunun ve
Silmarillerini geri alma isteğinin etkisiyle ordusunu geride bırakıp yanına az
sayıda adam alarak Melkor'un kalesi olan Angband'a saldırmaya çalışır. Yolda
Melkor'un komutanlarından bir balrog olan Gothmog tarafından pusuya düşürülür
ve ağır yaralar alır. Son anda oğulları yetişip bedeninin daha fazla harap
olmasına mani olsa da aldığı yaralar ona yetmiştir ve son anlarında elflerin
güçlerinin bu tanrısal varlığa yetmeyeceğini anlayan Feanor, oğullarına ne
pahasına olursa olsun Silmarilleri geri alacaklarına dair ettikleri yemini
tekrarlatır ve ölür. Ölümü Orta Dünya'da daha önce hiç kimsenin başına
gelmediği ve daha sonrasında gelmeyeceği şekilde gerçekleşir. Ruhunun ateşi
bedenini yakar ve küle dönüştürür, ruhu da ölülerin ruhunun gittiği Mandos'un
salonlarına gider ve işte böyle olur elflerin en bilgesinin, en zekisinin, en
maharetlisinin, en kudretlisinin sonu. Yanarak... (29)Tıpkı
Nazım'ın dediği gibi:
"Hava kurşun gibi ağır
Bağır bağır bağır
Bağırıyorum.
Koşun kurşun eritmeye çağırıyorum.
O diyor ki bana:
– Sen kendi sesinle kül olursun ey!
Kerem gibi yana yana…
Dert çok
Hem dert yok.
Yüreklerin kulakları sağır.
Hava kurşun gibi ağır.
Ben diyorum ki ona:
– Kül olayım Kerem gibi yana yana.
Ben yanmasam
Sen yanmasan
Biz yanmasak
Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa."(30)
Yoksa ruhunuzu yakıp yok etmek pahasına sizi ölümsüz kılacak ateş hâlâ içinizde uyanmadı mı?
Yazıda yararlandığım kaynaklar,
2)
Jordan B. Peterson, Twelve Rules for Life,
Penguin Yayınları, s. 45-46
4)
Richard Dawkins, Selfish Gene, Oxford University
Press, 2006(30.baskı), s.215
5)
Jordan B. Peterson, Twelve Rules for Life,
Penguin Yayınları, s.47
6)
Ogi Ogas ve Sai Gaddam, A Billion Wicked
Thoughts, Dutton Yayınları, 2011, s.97
7)
Jordan B. Peterson, Twelve Rules for Life,
Penguin Yayınları
8)
https://youtu.be/6ypVbUBEZHg
9)
J.R.R. Tolkien, Silmarillion, Çeviri: Berna
Akkıyal, İthaki Yayınları, 2016, İstanbul
10)
https://www.youtube.com/watch?v=GTEeMR7QHn4
11)
Kant, Schiller, Lessing ve diğerleri, Aydınlanma
Nedir?, Çev: Mehmet Barış Albayrak, alBaraka Yayınları, s.74
12)
Ahmet Haşim, Frankfurt Seyahatnamesi, Kapra
Yayınları, s.15
13)
Marcel Proust, Okumak Üzerine, Kapra Yayınları,
s.22
14)
Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Çev:
Meral Harzem, Kapra Yayınları, s.46
15)
Charles
Bukowski, Kadınlar, Çeviri: Avi Pardo, Parentez Yayınları, s.27
16)
Arthur Schopenhauer, Okumak, Yazmak ve Yaşamak
Üzerine, Şule Yayınları, İstanbul,2005
17)
Emil Ludwig, Napoleon, Çeviri: Mine Atafırat,
Kapra Yayınları, 2021, İstanbul, s.18
18)
Yerli ve Milli Voltaire
19)
Walter Isaacson, Leonardo Da Dinci, Çeviri: Emre
Gözgü, Domingo Yayınları, 2020, İstanbul, s.5
20)
Nikolo Tesla, Nikolo Tesla’nın İlginç Yaşamı,
Çeviri: Selim Yeniçeri, Kapra Yayınları, İstanbul, s.47
21)
Goethe,
Genç Werther’in Acıları, Ülkü Basım, İstanbul, 1987, s.210
22)
Arthur Schopenhauer, Aşkın Metafiziği, Çeviri:
Ahmet Aydoğan, Say Yayınları, s.35
23)
Salah Birsel, Kurutulmuş Felsefe Bahçesi, Ada
Yayınları, İstanbul, s.36-37
24)
J.R.R. Tolkien, Silmarillion, Çeviri: Berna
Akkıyal, İthaki Yayınları, 2016, İstanbul
25)
https://www.britannica.com/topic/Pygmalion
26)
https://en.wikipedia.org/wiki/Pygmalion_(mythology)
27)
https://en.wikipedia.org/wiki/Pygmalion_(play)
28)
https://www.imdb.com/title/tt1839492/
29)
https://www.youtube.com/watch?v=GTEeMR7QHn4
30)
https://didaktiksozler.com/siir/nazim-hikmet-kerem-gibi/
Yorumlar
Yorum Gönder